"Ya Biat Edersin Ya Da Bertaraf Edilirsin!"
"Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, Onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim." (Adolf Hitler)
İktidar olanların, iktidardan kaynaklanan güçlerini, toplumsal yarar adına değil de, tehdit, şantaj ve sindirme aracı olarak kullanmaları, acizliğin, çaresizliğin, kendine güvensizliğin ve korkunun göstergesidir.
Yöneteceği ister bir ülke, ister bir parti, yâda örgüt olsun, “sahipleri” tarafından iktidara taşınanlar (sandıktan çıkmış olsalar bile), o örgüt ve ideolojisi ile ilgili bilgi, birikim ve deneyimden yoksun olmaları ve “sahiplerinin taşeronluğunu” yapmaları nedeniyle, iktidarda kalabilmek ve iktidarını sürdürebilmek için, alışılmışın dışında yol ve yöntemlere başvurabilirler.
Böylesi yöntemlerle iktidar olanlar, ellerine geçirdikleri “iktidar cennetini”(!) kaçırmamak, kendi emellerinin sorgulanmasını önlemek, kendilerini iktidar eden toplumu denetim altında tutmak için korku salma, baskı, sindirme ve tehdit, şantaj vb. yöntemleri usta bir şekilde kullanırlar.
Bu kirli siyasetlerini deşifre eden, ya da edebilme olasılığı olan muhaliflerini, kendilerine “biat” etmeyen yapılanmaları “bertaraf” edebilmek için, hukuku bile bir tehdit ve şantaj malzemesi olarak kullanmaktan çekinmezler.
Kalabalık örgütlenmeler içinde, hemen her durumda kullanılmaya uygun bir “yumuşak karın” mutlaka bulunur. Biat ettiremedikleri ya da “bertaraf” edemedikleri ve hedefe koydukları kişileri, “kullanılmaya uygun yumuşak karınları” kullanarak, toplumun üzerinde titrediği “namus” ve “iffet” üzerinden itibarsızlaştırma yöntemleri, sistemlerinin ana damarı ve vazgeçilmezi haline getirilerek kullanılır. (Sn.Deniz Baykal ve Sn. Muharrem İnce olayları somut örneklerdir)
Eğer buradan da bir sonuç elde edemezlerse, işte o zaman kelimenin tam anlamıyla pervasızlaşırlar.
Örgüt içerisinde öylesine bir bulanıklık ve gürültü yaratılır ki “orman içinde yok edilen ağaçları” görmek olanaksız hale getirilir.
Bu yöntemi ünlü faşist diktatör Adolf Hitler şöyle özetliyor. “Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim.”
Son 10 yılda ülkemizde, faşist bir diktatörlük kuran, Tayyip Erdoğan’ın, girdiği her seçimde oyunu artırması, yazımızın başından bu yana özetlemeye çalıştığım olguların yanı sıra, Hitlerin söylemiyle “insanların güçsüzlüklerini” ustalıkla kullanmasından kaynaklanmadığını mı sanıyoruz?
Bu yöntem, iktidarı ele geçirenleri etkisi altına alan, sinsi bir virüs gibidir. Bu virüs, kitleleri sindirerek yönetme yolunu seçenlerin yönetim biçimlerindeki benzerlikleri, iktidar olma biçimlerindeki benzerlikle bire bir uyumlarından anlaşılır.
Ne yazık ki ülkemizde sadece devlet yönetimi, hükümet etme anlamında ki “İktidar” yalnız değildir bu yolda. Meslek Odaları, Sivil Toplum örgütleri ve en kötüsü de Demokratik kitle örgütlerinde de görülen iktidar olma ve iktidarda kalma yönteminin de aynılığı içinde bulunduğumuz somut durumun emperyalizme karşı, toplumsal eşitlik için verilmesi gereken mücadele açısından korkunçluğunu gözler önüne sermektedir.
Bu yöntemler gericilik tarihinin alışılmış, bildik yöntemleri olabileceği gibi, teknolojinin de sağladığı olanaklarla, şeytanın bile hayalini zorlayacak yöntemlerde olabilir. Günümüzde, bu yöntemlerin en yaygın ve bilinen baskı, korku, sindirme, tehdit, şantaj, yalan, iftira, hakaret, özel yaşama saldırı ve komploculuktur.
Sandıktan daha fazla oy alarak, bir dönemliğine yönetme yetkisini ele geçirmiş olmak, örgütün sahibi olmak anlamına gelmez.
Hele ki, adayların kapalı kapılar ardında pazarlıklarla belirlendiği, delegelerin adaylar konusunda bilgilendirilmediği özgür iradelerinin yeterince seçim sürecine yansımadığı/yansıtılmadığı bir seçimi “demokratik ve katılımcı sayamayız.
En üst organ olan Genel Kurulda, yaşamsal önem taşıyan konularda, delegelerin bilgilenmesinin engellendiği, geçmiş iki yıllık sürede alınan kararlara konulan “şerhlerin” gerekçelerinin açıklanmasına izin verilmediği, Genel Kurul Divanının sanki “yönetim kurulu” gibi davrandığı bir genel kurul sonunda yönetime gelmiş olanların, örgütün sahibi gibi davranmaya hiç mi hiç hakları yoktur.
Somut ve güncel bir örnekle yazımızı sonlandıralım.
“YA BİAT EDERSİN YA DA BERTARAF EDİLİRSİN!”
Bilindiği gibi geçtiğimiz Kasım ayının sonlarına doğru, Isparta da, Nur cemaatine karşı açılmış bir davanın duruşmasına 12 saat kala, davayı açan ve yürüten, 14 yıldır ADD Isparta şube başkanı olan Mahmut Özyürek, ADD Genel Yönetim Kurulunca “hukuk dışı” yöntemlerle görevinden alınmış ve ADD üyeliği de sonlandırılmıştı.
Bu haksızlık karşısında ADD Isparta Şubesinin 100 e yakın üyesi ve gönüllüsü, durumu protesto ettiklerini bildiren bir metni imzalayarak ADD Genel Merkezine göndermişlerdi. Ayrıca 5 Aralık 2012 günü “İl Şubeleri eşgüdüm” toplantısında; “Isparta Şube Başkanının görevden alınmasının “hukuksuz” olduğu, kararın bir kez daha değerlendirilerek geri alınmasını, olmadığı durumda kendilerinin şube başkanlığı ve üyeliklerini de sorgulayacaklarını” belirten bir karar almışlar ve bu istemlerini ADD genel Merkezine iletmişlerdi.
Daha önce benzer bir istem “ADD Isparta Şube Yönetim Kurulu” tarafından Genel Merkeze ulaştırılmıştı.
Bilgi edinebildiğim kadarıyla, ADD Genel Merkezinin bu “demokratik” istemlere yanıtı, yukarıda sıraladığımız olguları doğrular nitelikte olmuş. Eşgüdüm toplantısına katılan ve karara imza koyan, şube başkanlarına gönderilen “yanıt” yazısında özetle şöyle deniyormuş.
“ADD Isparta (eski) şube Başkanı Mahmut Özyürek hakkında, alınan kararı özümseyemediğiniz üzüntüyle anlaşılmış, ekte “gizli açıklama” gönderilmiştir. Konu ilgili ısrarınız durumunda hakkınızda disiplin işlemlerinin başlatılacağına…..”
Yani” Biat” etme yerine, “İlkeli, tutarlı, davaya inanmış olma kararlılığını sürdürürseniz, sizi de Mahmut Özyürek gibi hem “bertaraf”, hem de “linç” ederiz.” Akıllı olun!
Bir şube başkanı doğru bildiği, doğru olduğuna inandığı bir kararın altına imza koyarsa “aforoz” edilmesi “linç” edilmesi kaçınılmaz sonuç olarak çıkıyor karşımıza.
Yani demokratik kitle örgütlerinde olması gereken “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini işletmek, bunun için iletişim kanallarını açmak, açık tutmak yerine, “biz yaptık oldu”, “biz sizin yerinize de düşünür ve doğru olanı yaparız”. “Siz aklınızın ermediği işlerle uğraşmayın. Bizden gelecek direktifler, kararlar doğrultusunda hareket etmeye azami gayret gösterin. Aksi takdirde sizin de akıbetiniz aynı olur”.
Bu “Linç” eyleminin örgüt içinde sistematikleştirildiğinin açık bir kanıtıdır. Ve bundan böyle sık sık baş vurulacak bir yöntem olarak algılanmalıdır. Haziran 2012 de yapılan ADD Genel Merkez Genel Kurulunda, tüzüğe aykırı olduğu biline biline, Genel Kurulun yetkisinde olan “üyelikten çıkarılma” sürecinin, Genel Başkanın yetkisine devredilmesinin , “aklı başında kimi duyarlı delegelerin tüm itirazlarına karşın” kabul edilmesi “linç” sürecinin sistematik hale getirileceğinin ilk işaretleriydi.
Bu sistematiğin mantığı şöyle işletilmek istenmektedir. Dernek tüzüğünde yazan amaçlar doğrultusunda hiçbir çalışma yapmayabilirsiniz, Kemalist ideolojiyi eğip, bükerek istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz, Etiketinizi kullanarak özel çıkarlar elde edebilir, Atatürkçülüğü ticarileştirebilirsiniz, “Atatürk seviciliği” dışında hiçbir “meziyetiniz” olmayabilir. Bunları suç olarak değerlendirmeyiz.
Ama “Genel Merkeze ve özellikle Genel Başkana “Bila kaydı şart biat” etmez, doğru bildiklerinizi yazıp söylerseniz, Kemalist ideolojiyi, hiçbir çıkar gözetmeden ödünsüz savunursanız “yumuşak karın” olan özel görevli elamanlarımızı harekete geçirir ve gereğini yaparız.
Dileyelim ve umut edelim ki, Isparta olayı “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyen arkadaşlarıma dersler çıkarılacak bir örnek olur. Aksi takdirde “O yılanın dönüp dolaşıp o arkadaşlarımı bulmasını”, hiç ama hiç istemem.
Mahmut ÖZYÜREK, 27 Aralık 2012
ADD Isparta Şubesi önceki Başkanı