Ya radyoaktif atık? O ne olacak? Onu nasıl hâlledeceksiniz?

Ya radyoaktif atık? O ne olacak? Onu nasıl hâlledeceksiniz?

İletigönderen Türk-Kan » Pzt Kas 22, 2010 1:38

Ya radyoaktif atık? [1]  O ne olacak? Onu nasıl hâlledeceksiniz?

Batı dünyası yarım yüzyıl önce temiz ve özellikle de o zamanlar ucuz olduğu sanılan nükleer enerjinin cazibesine kapılmıştı. Siyâset adamları bu yeni enerji sayesinde doğayı kirleten kömür ve petrolden en nihayet kurtulabileceklerini düşündüler. Dolayısıyla da nükleer enerji santrallerinin yapımına ağırlık verildi. Ama bilinen ve o zamanlar bilinmeyip de son otuz yılda ortaya çıkan ciddi sorunlar gereğince ve yeterince dikkate alınmaksızın. Bugün bütün açıklığıyla anlaşılıyor ki siyâsetçiler başarılı olmanın zorunluğuyla bir kez daha acele etmişlerdir. Bedelini halk ödüyor!

Örneğin, Çernobil gibi neredeyse kıyâmetten farksız nükleer bir kaza şöyle dursun, atom santrallarından çıkacak, doğa ve yaşam için binlerce yıl süreyle son derece tehlikeli, ölümcül ışın saçan “rayoaktif atık” üzerinde pek durulmadı. Konu ne zaman açıldıysa siyâsetçiler inanılmaz bir sorumsuzluk ve hatta vurdumduymazlıkla “ o mu? Onu hâllederiz canım” deyip geçtiler.

Ancak, kazanılan deneyimler ile yaşanan olaylar karşısında radyoaktif atık sorununun hiç de öyle sanıldığı kadar kolay çözülebilecek bir sorun olmadığı günümüzde bütün vahametiyle anlaşılıyor. Gerçek durum geçiştirilmeye çalışılanın tam tersine ve çok da ciddî!

Nükleer enerji konusu bu sütünlarda anlatılamayacak kadar bilimsel ve ayrıntılı bir bilim dalıdır. Ama söz konusu enerjiden yararlanmakta karşılaşılan insanlık için gerrçekten de yaşamsal sorun şöyle özetlenebilir:

Çeşitli ülkelerde yapımı devam eden 42 santraldan başka, dünyanın otuz ülkesinde hâlen 440 tane nükleer enerji santralı mevcut. Bunlardan 272 tanesi G-7 denilen sanayileşmiş yedi ülkede bulunuyor: ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Kanada ve Japonya. Yalnızca ABD’de 104 nükleer santral var. Birincisi 1954 yılında üretime başlamış olan Rusya’da ise hâlen 31 santral faâliyette. Hepsi de dünyanın çeşitli coğrafyalarında yarım yüz yıldır sürekli radyoaktif atık üretiyorlar. Ama yaşam koşullarına sahip dünya bir tane!

Sözkonusu nükleer atık araştırma, endüstri, enerji üretimi, sanayi ve tıp gibi değişik alanlarındaki etkinlikler ile türlü fiziksel ve kimyasal çalışmalardan türüyor. Fakat ölümcül ışın saçan bu nükleer atık nasıl yok edilicek de tümüyle ortadan kaldırılacak? İnsanlığın kaderine ilişkin sorun bu!

Günümüze kadar bu yaşamsal sorunun yanıtı verilebilmiş değil! Atığın roketlerle uzaya ve hatta daha da ileri gidip güneşe gönderilmesinden tutun da Antarktika kıtasını örten ortalama 2 km kalınlığındaki buz tabakasının altına depolanmasına varıncaya kadar çok çeşitli ve bir o kadar da hayal mahsûlü çözüm teorileri üzerinde duruluyor. Ama gerçekleştirilmeleri son derece pahallıya mal olacak bu teorilerin gerektirdikleri parasal kaynağın bulunamaması bir yana, belli bir noktadan sonra tümü de dünya ile onu çevreleyen atmosfer ve biyosfer [2]  için azami derecede tehlikeli!

Çünkü, 1986 yılındaki Challenger kazasında da yaşanmış olduğu üzere, roketler herhangi bir teknik arıza yüzünden havada patlayabilirler. O takdirde, taşıdıkları radyoaktif atıktan türeyecek ışınlanma dünya ve atmosphere yayılarak buraları yüzyıllar, hatta binyıllar boyu kirletecek ve milyonlarca insanın ölümünden başka geriye çeşitli türden kanser hastası ve/veya feci surette sakat kalacak tüm canlılar için yaşam kuşaklar ama kuşaklar boyu çekilmez bir hâl alacaktır.

Nitekim, on gün süren nükleer santral ile “ilk tehlike bölgesi” denilen çevresindeki yangını söndürüp bölgeyi temizlemek için eski Sovyetler Birliği'nin her yanından Çernobil'e 800 bin korumasız asker ve itfaiyeci gönderilmişti. Bunlardan 25 bini müdahâleden sonraki birkaç hafta ile birkaç ay içinde, yaklaşık 70 bini de en fazla bir yılda öldü. Geri kalanlar ya ölümcül hasta, ya sakat ya da bunlardan pek çoğu intihar etti ve hâlâ da ediyor. Bu fedakâr ve günâhsız insanlar olmasalardı, insanlığın hâli acaba şimdi ne olurdu? Hiç düşünen var mı? Ayrıca, Türkiye yüzölçümünün yaklaşık beşte biri (5:1) olan 160 bin km2’lik bir alandaki 5 milyon insan da radyoaktif ışınlara hedef oldu; hâlen hasta!

Radyoaktif atığın Antartika’daki buz tabakasının altına depolanmasına gelince, o da ışınlanmadan türeyecek ısı ile yavaş yavaş eriyip karıştığı deniz suyunu radyoaktif olarak kirlenecek ve bu nükleer kirlenme tüm deniz yaşamını bir daha geri gelmemek üzere zamanla yok edecektir.

Eski ve Yeni Ahit’te “Tanrı” der, “önce göğü ve yeri yarattı. Yer biçimsiz, boş ve karanlıktı”. Hayâlimizde böyle biçimsiz, bomboş, cansız ve kapkaranlık bir yerküre canlandıralım. Aman yarabbi! Ne fecî, nasıl da imkânsız ve felâket bir yer! Öyle olmasına öyle de radyoaktif atık sorunu kökünden çözülmeden nükleer santralların işletimi ile yenilerinin de yapımına devam edildiği takdirde insanlığı kutsal kitâplardakinden de karanlık bir geleceğin beklediğini ciddiyetle düşünen bilim çevreleri var!

Buna bir de yakıt sorununu ekleyelim. Mevcut nükleer santrallerin hepsine birden yılda 62.000 ve yalnızca AB'ye yılda 20.000 ton uranyum lazım. Uluslararası Atom Enerjisi Örgütü ile Nükleer Enerji Ajansı'nın ortaklaşa saptadıklarına göre, dünyada toplam 1,25 ile 4 milyon ton arasında değişen uranyum cevheri var. Bunun 60 yılda tükenecek olan büyük bölümünün çıkartılıp işlenmesi zaten çok pahalı – asla ekonomik değil! Göreli ucuz olan küçük bölümü ise 20-25 yılda tükenecek; bir kuşaklık bir süre bile değil! Bu nedenle nükleer enerji doğa ve insan sağlığı gibi uluslararası güvenliği de tehdit ediyor. Gittikçe azalacağı için ileride daha da pahallılaşacak olan uranyum savaşa yol açabilir - petrol için Körfez ve Irak Savaşı'nda olduğu gibi!

Sanayileşmiş ülkeler radyoaktif atık sorununa kısa vâdede makûl ve pratik bir çözüm bulamayınca, bu sefer de uluslararası bir çöplük kurulması düşünülmüştü. Ama konunun küresel çapta arz ettiği tehlikeden dolayı bunun da mümkün olamayacağı kısa zamanda anlaşıldı. Radyoaktif atık üreten her ülkenin kendi başının çâresine bakması ise küresel felâkete davetiye çıkartmakla eş anlama geliyor.

Gerekli mâli kaynağı olan ya da bu kaynağı bulan her ülke günümüzde nükleer enerji santralına sahip olabilir. Bu hiç de sorun değil! Söz konusu santral teknolojisinde yüksek düzeye ulaşmış batı ülkeleri ve Japonya’dan biri ile anlaşmak yeterli. Nitekim, Türkiye’de bunlardan bâzıları ile hâlen pazarlık halinde!

Ama nükleer santral olsa bir türlü, olmasa bir türlü! Yapılıp işletilse bir dert, işletilince ortaya çıkacak radyoaktif atık sorunu başlıbaşına bir başka dert!

Sözde paslanmaz çelik varillere doldurulan o atığı bir ara Almanya, Fransa ve İngiltere Kuzey Denizi’nin, hatayı çabuk anlayan Rusya da az bir miktar atığı Barents Denizi’nin derinliklerine bırakmıştı. Kapitalizmin sözde sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve refah senaryosuna uyan üç AB ülkesinin bile bile yapmış olduğu bir doğa katliamı! İleride o denizlerde ne olur? Onu yalnızca Allah bilir; ama olacak!

Çünkü varillerin aradan geçen zaman zarfında tuzlu deniz suyu ile paslanmaya başladıkları saptandığı gibi Avrupa, Amerika ve Japonya'da uzmanlar da %100 güvenilir bir nükleer teknoloji olmadığı gerçeğini hem de artık vurgulayarak bir süredir ısrarla söylüyorlar. Ve bu gerçeğe iki ek:

    1) Nükleer enerji santralının kurulup işletilmesi çok pahallı! İsviçre Federal Sivil Savunma Dairesi tarafından söz konusu malîyetin -santralın türüne göre- 3,2 milyar CHF’den [3]  başlayıp (yaklaşık 4,7 milyar TL) 7,5 milyar CHF (yaklaşık 11milyar TL) ve daha da üstüne çıkabileceğini hesaplandı. [4]  Üstelik şu da bir gerçek: Kabûl görüp onanması için bir nükleer enerji santralı projesinin mâlîyeti ilk başta mümkün mertebe düşük ve cazip bir düzeyde hesaplanıyor!

    2) Bu yüksek mâlîyete karşılık santralın ömrü ancak otuz yıl! Kısa denilebilecek otuz yıllık ömür böyle yüksek meblağlarla sağlanacak malîyet/yarar dengesiyle bağdaşmıyor. Batıdaki sivil toplum kuruluşları ile çevreciler güneş ve rüzgâr enerjisiyle çalışacak santralların gerek kuruluş gerek de işletme malîyeti açılarından hem daha ucuz olduğunu hem de çevre ve yaşama zarar vermediğini matematik delilleriyle kanıtlıyorlar.
Şu gerçek artık kesinlikle biliniyor: Nükleer enerji santralından çıkacak kullanılmış uranyum yakıt çubuklarının, yani radyoaktif atığın ilerisi için ölümcül alfa, beta ve gama ışınlarını yayma tehlikesinden tamamen arındırılıp nihai olarak bertaraf edilmesi, daha açık bir deyişle yaşama zarar vermeyecek sağlıklı bir biçimde bir yerlerde depolanması sorunu yakın ve uzun vâdede ne çözüleceğe ne de çözülebileceğe benziyor! Zaten bu sorun başlangıçtan beri nükleer enerji üretiminin yumuşak karnı, en zayıf noktası olmuştur.

Batı toplumları, yani halk, yani siz, ben, o, öbürü, kısacası insanlar nükleer enerjiden korkuyorlar. Hele de Çernobil’den sonra iyice korkuyorlar. Nitekim daha birkaç hafta önce Almanya’da 50 bin kişi nükleer enerjiyi savunan hükûmeti protesto etmek için sokağa çıkmıştı. Çünkü önceki (sosyal demokrat) Schröder hükûmeti zamanında nükleer enerji santrallarının 2021 de kapatılmalarına karar verilmişken bugünkü (muhafazakâr) Merkel hükumeti bu tarihi 2035 yılına öteledi. Halkın ve medyanın bir bölümü tarafından oldukça ağır bir dille nükleer enerji firmalarına hizmet etmekle suçlanıyor. TV kanallarındaki kabare programlarına alay, hem de çok sert alay konusu oldu. Ama aleyhte yazdılar ya da alay ettiler diye gazeteciler, kabaretistler mahkemeye verilmiyorlar. Batı demokrasilerinde siyâsetçiler, hele de başbakanlar böylesine hoşgörülü ve olgun. Olmak da zorundalar. Çünkü sorumluluk makamına damdan düşer gibi gelmiyor, evrensel ve akademik eğitimden sonra partilerinde siyâseten de yıllarca yetiştiriliyorlar. Ama nükleer enerji gibi uygarlığın içine düştüğü ikilemde hepsinin de zorlandığı görülüyor. Fakat yine de “ben dedim, oldu!” yok!

Zira bilim bugüne kadar radyoaktif atığın depolanmasında uygulanabilecek kesin bir çözüm bulamadı. Nükleer enerji endüstrisi bir yandan doymak bilmeyen enerji gereksinimi karşılamak, öbür yandan da elde ettiği devasa kazançtan olmamak için ortalığı sakinleştirip yatıştırmaktan öteye geçemiyor. Üstelik AB ülkelerindeki hükûmetler de mecbur kalmadıkça girmedikleri, siyâsi açıdan tehlikeli bu konudan uzak duruyorlar. Muhalefetteki partiler ise bilimsel gerekçeler kadar siyasal çıkar nedeniyle de nükleer enerjiye şiddetle direniyor ve en eskisinden başlayarak santralların olabildiğince kısa sürede kapatılmalarını istiyorlar. Bütün taraflarda sorunun ciddiyetiyle bağdaşmayan bir samimiyetsizlik gözlemleniyor. Elli yıl önce göklere çıkartılan nükleer enerji günümüzde şamar oğlanı oldu. Daha açık bir deyişle, hani şu iki ucu pis ünlü değneğe döndü.

Sözün özü şu: Endüstri ülkeleri devasa malîyetler ile yaşamı tehdit eden çok büyük tehlikeleri göze alarak dünyadaki toplam uranyumla ancak iki kuşak [5]  boyu, yani daha 60, 70 yıl nükleer enerji üretebilirler. Gelecek bütün kuşaklara da babalarından dedelerinden yalnızca radyoaktif atık sorununun amansız derdi miras kalacak!

Çünkü atom çekirdeğinin erimesiyle açığa çıkan Americum izotopu 5400, uranyum 238'den açığa çıkan plütonyum izotopu ise 24 000 yıl etkinliğini kesintisiz koruyor, yani ölümcül alfa, beta ve gama ışınları yayıyor. Dahası, bu derece tehlikeli plutonyum izotopu açığa çıkan en uzun ömürlü tek izotop da değil!

Hayal gücümüz bu kadar uzun zaman dilimlerini algılamakta korkarım zorlanacak, hatta eminim yetersiz kalacaktır. Onun için tarihin yardımına baş vuralım:

Americum izotopu 5400 yıl, Plutonyum izotopu da 24000 yıl etkinliğini koruyarak durmaksızın ölümcül ışın saçıyor ve ikisi de ancak bu kadar zamandan sonra eriyip yok oluyorlar!

İmdi:
    - Americun izotopunun ömrü 5400 yıl; Mısır piramitleri 7000 yıl önce yapılmışlardı.

    - Plutonyum izotopunun ömrü olan 24 000 yıl, 700 kuşak ise günümüzden geriye doğru gidildiğinde üçüncü buzul çağının ortalarına rastlıyor.

    - Bin yıl önceki Büyük Selçuklular, sekizyüz yıl önceki Anadolu Selçukluları, daha dün kadar yakın altyüz yıl onceki Osmanlılar tarihin ulu çınarları oldular. Ya “nükleer aids” olarak tanımlanabilecek izotopların zehir saçan binlerce, onbinlerce yıllık ömürlerine ne diyelim?
Türkiye’nin açtığı nükleer enerji santralı ihalesini hangi yüksek teknoloji ülkesinden yine hangi deneyimli ve yetkin yüksek teknoloji firması alırsa alsın. Hiç kuşkusuz santralı başarıyla kuralacaktır. Ama o ülke ve o firma nükleer reaktörden çıkacak nükleer atığın doğaya ve yaşama zarar vermeksizin nihai biçimde depolanmasına ilişkin sorunu da kesin olarak çözmüş müdür acaba? Çünkü bugüne kadar dünyada ne böyle bir ülke, ne de böyle bir firma var!

Yıllardır yararlandıkları nükleer enerjiyi bırakmak isteyen endüstri ötesi ülkelerin bulundukları bir ortamda düşünmek, düşünmek, yine düşünmek ve bir kez daha düşünmek lazım. İş işten geçtikten sonra çok ama çok geç olur…


 [1]  Ölümcül ışı saçan
 [2]  Canlıların yaşamlarına olanak sağlayan, dünya üzerindeki 11 km’lik atmosferden sonra gelen 16 ile 20 km arasındaki kalın tabaka
 [3]  İsvişre Frankı
 [4]  Bundesamt für Zivilschutz , Bern.
 [5]  İnsanbilimi (antropoloji) ile tarihte bir kuşak 30, 35 yıl olarak düşünülür.



E. Fuat TEKÇE, 21 Kasım 2010 - Güncel Meydan
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

Şu dizine dön: E. Fuat TEKÇE

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x