“YALAMAYI YAKALAMA!”
Öğretmenler, eskinin öğretmen okullarında “Çocuk Gelişimi” (Pedagoji) okuyanlar iyi bilirler;
Ağaç yaşken eğilir. Çocuğu eğitmez, yanlışlarını düzeltmezseniz vaktiyle, kantarın topuzu kaçar.
Çocuk “yalama” olur. Aşınmaktan yerine takılamayan vidaya döner. Ne durdan anlar, ne alttan almadan. Ne ayıp bilir, ne utanma... Azdıkça azar, ağzından çıkanı kulağı duymaz, duysa da aldırmaz...
Tıpkı son günlerin azgınları gibi.
Dün, orman kaçkını kılıklı bir kara suratlının görüntülü sesli kaydını, “Ben sinirden kendimi yedim, bak!” diye göndermişler bilgisayarıma.
Gönderen sevdiğim, bildiğim biri, ayıp olmasın ne varmış diye açtım gönderiyi.
Açmamla da kapattım. Bir deli, tam hastanelik bir deli bir şeyler saçmalıyor. Ülkemizin kurucu önderine, devrimlerimizi, çağdaşlığımızı, bağımsızlığımızı borçlu olduğumuz yüce kişiye karşı açıktan kötü sözler ediyor. Bir takım hainlerin yaptığı gibi sinsi sinsi satır aralarında sakladıklarıyla değil, doğrudan frenleri boşanmış kamyon misali, ağzına geleni söylüyor, kendini tutamıyor bu yaratık.
“Bunlar kuduza yakalanmışlar. Bunları ne dinlemeye ne izlemeye değer. Bunların dediklerini yaymamak gerek. Hainlerin neler dediğini bilmemiz gerekir mi? Önemli mi?” dedim. Sonra düşündüm, her toplumda deli, cani, yasa tanımaz var. Ama toplumu koruyan yasalar da var. Bunlarla yasaların görevlendirdiği kurumlar ilgilenmeli, halka ulaşamadan önleri kesilmeli, ya hapse tıkılmalılar, ya da cezaları her neyse çekmeliler öyle değil mi?
Bir merkezden yönetiliyorlar izlenimi veren bu hainlerin böyle basitini, havlayanını tanımak, bilmek kolay. Haklarından gelmek de bir bildirime bakar, yasalar kulağından tutar onları.
Ya maskelileri, iyi niyetliymiş gibi görünen, her fırsatta yüce önderimize belli etmeden, lafı çevirerek, yalanı, kara çalmayı yayarak kin kusan vatan hainlerini ne yapacağız?
Gün geçmiyor ki, haberlerde bir Atatürk düşmanlığı ortaya atılmasın. En son, akşam T24 adlı yayından gelen bildirimden okuduğum, tüyler ürpertici tiksindirici bir haber tüm eski hainliklere tuz biber ekti.
Latife Hanım, tarihin tozları içinde kalan, Atatürk’ün yaşamında kısacık bir süre için bile olsa değerli biriydi; yaşarken de bir densizliğini, ayıbını görmedik, ailesi bu son yıllarda ne yaparsa yapsın, aldırmayalım, elbet susarlar demiştik, söylenenlerin fazla üstünde durmamıştık.
Mesele böyle değilmiş. Kendini bilmezlikten öte, bir kırım girişimiymiş o açıklamaları...
Hani Çankaya’da, o ünlü Atatürk’ün koruması Topal Osman’a yakıştırılan uydurma öyküde, Latife Hanım kalpak giymiş, silahlı adamları korkutmak için perdenin önünde gezinmiş de, Atatürk canını kurtarmak için kadın ve çocuklarla filan kılıkta evden çıkmış da, yaşamını o erkek gibi davranan Latife kurtarmış da... Tüm bunları, canını düşünmeden yapmış da... gibi saçmalamalar, kara çalmalar... vardı ya, bu iğrenç yalanların çıkış adresi, kendileri açıklıyor, bu aile. Kara çalmaların hepsi, ailenin sonradan uydurmalarına, nedenini bilmediğimiz kuyruk acılarına, yani Latife Hanım’ın ölmüş kızkardeşinin sözüm ona anlattıklarına (?) dayanıyor...
Sizi gidi masalcı babaları, yemek yediği kaba pisleyenler sizi!..
Bir önceki yazımda, “Latife Hanım” kitabından yola çıkarak bu ihanetlere, gizli düşmanlığa dikkat çekmiştim.
Ailenin temsilcisi olarak ortaya fırlayan bir zat, 2006’da kitaptaki bu iftira için kitabın yazarı mahkeye verildiğinde kamuoyuna açıklamalar yapmış. Bu açıklamalar da, bozacının şahidi şıracı misali kitabın sonradan basılan kısacık özet kitabının arkasında yayınlanmış. Belki de sırf bu nedenle, bu çirkin iftira herkesçe duyulsun, yalan at izi kalsın örneği o ilk Latife kitabının özeti yayınlanmıştır. Bakın ne diyor Latife Uşşaki’nin küçük yeğeni diye kendini tanıtan zat burada:
“ Vecihe Hanım (Latife Hanım’ın kızkardeşi) açısından olaylar aşağıda anlatıldığı şekilde tezahür etmiştir ve bu Vecihe hanım açısından tartışmasız doğrudur.”
Anlama özürlüleri için bu sözü açalım isterseniz. O malum kesim, “Burada ne deniyor, amaç ne, nereye varmak istiyor bu “bataklık korosu”, anlamayacaktır. Sazanlığa, “sevgi pıtırcıklığı”na devam edeceklerdir.
Mahkemeye taşınan o iftira, Atatürk’ün aziz hatırasına leke çalma amaçlı karalama için küçük yeğen evlere şenlik açıklama yapıyor. O anlatılanlar Vecihe Hanım açısından tartışmasız doğruymuş... E... bizim açımızdan nasıl, koskoca Türk Ulusu açısından, tarihin gerçekleri, akıl - mantık açısından, bilimsel düşünce açısından nasıl?
“Akıl akıl, gel... takıl!” diyeceğiz bize yakışmayacak...
Ama sorma hakkımız doğuyor:
“Siz kimsiniz kuzum? Vecihe Hanım dediğiniz kim? Bu vatanı sömürerek, vatandaşın ürettiklerini, belli ki yok pahasına alıp ta Amerikalara bile o devirde satabilen, çiftlikleriyle, ticaretiyle zenginliğine zenginlik katmış dedeniz... Değirmenin suyu Türkiye’den akarken, dünyanın sayılı zenginleriyle yarışarak yıllarca ailece yabancı ülkelerde refah içersinde yaşamışlar... Eski köşklerini bile Cumhuriyet döneminde bir eğitimci okul yapmak isteyince, devlete bağışlayacaklarına kiraya vermişler ve bununla da övünmüşler üstelik...
Ne bu şimdi yıllarca susup birden çenenizin düşmesi?..
Baktınız engel yok, ortam uygun, atmaya, pislik saçmaya devam, öyle mi?
En son dün yediğiniz nane, bunların hepsine tüy dikmiş.
Akşam cep telefonuma gelen bu haberi okuduğumda, aklımı oynatıyordum. Ciğerim yandı, öfkelendim. Delirdim...
Tescilli delilerin sayıklaması kimseyi ilgilendirmez, ilgilendirmemeli ama sizin yaptıklarınıza da bir dur diyen, frene basan, biz daha ölmedik, dur bakalım orda diyecek birileri de çıkmalı...
Yalnız şu iyice anlaşılıyor, siz küçük yeğen bir işi üstlenmişsiniz. Atatürk’ü belleklerde değersizleştirmek, O’nun başka türlü anılmasını sağlamak.
Yoksa bu ukalalığı nasıl yapabilir, o uyduruk anıyı, bir türlü yakasını bırakmadığınız teyzenizle ilgili iç bulandıran birtakım uyduruk masalları böyle nasıl anlatabilirdiniz?
İç bulandırıyorsunuz, çirkinsiniz, saygısızsınız!
Konuştuğunuz dile, el yazınıza, giyiminize kuşamınıza, okuduğunuz okullara, yediğinize içtiğinize, özgürce aldığınız nefese kadar her şeyinizi borçlu olduğunuz, “Yüce Önderimiz”e, dün, utanmadan böyle bir başlıkla yazı yazdırıyorsunuz, bu sözlerle “Türk’ün Atası”na saldırabiliyorsunuz:
“Sevgililer Günü'nde bir müzikal muamma: Atatürk, Latife Hanım'dan ayrıldığından hangi şarkıyı dinledi?
Mehmet Sadık Öke: Kemal, Latife Teyzemi öpmek istediğinde Trikopis’in tabancasını alıp 'Olmaz vururum kendimi' demiş”
Bozuk bir anlatımla başlık atmışsınız üstelik. Türkçe özürlüleri sizi!..
Yazının üst başlığı böyle, tüyler ürpertici.
Yazının içi, bu pisliği ayrıntılarla ortalığa saçıyor.
Bu arada bir şey daha öğreniyoruz. Bakmış ki, bu kulvarda şan var şöhret var, para var... Ortam uygun... Saman altından su yürütmek de gereksiz artık, algılar nasılsa tutsak... Küçük yeğencik bir araştırma hazırlığına girişmiş. Bu yeni pislikler oradanmış. Ha, hiç ses getirmeyen kimselerin ilgilenmediği bir kitabı da varmış bu zatın teyzeciğiyle ilgili bilinmeyenleri (?) yazdığı... İpek Çalışlar'ın kendisiyle yaptığı söyleşiyle tanıtmaya çalıştıkları bir kitap.
“Uşşakizade” adının, Atatürk devrimleriyle, soyadı devrimiyle, soyluluk belirtme amaçlı sanların kaldırılmasıyla son bulması da, bu kinin, saygısızlığın nedeni olabilir.
Öyle cıvıtmış, öyle azıtmışsınız ki, utanıp sıkılmadan sansız söylediğiniz, “Mustafa Kemal” adını bile kullanmıyorsunuz artık. Atatürk’ün adı bu haberinizde olmuş; “Kemal”. Yalnızca “Kemal” diyebiliyorsunuz, alaycı sözlerle dil uzatabiliyorsunuz, sınırları kaldırmışsınız, kusuyorsunuz ortaya...
Bu son söyleşiden, Hülya Karabağlı’nın yazdığı dün yayınlanan bu söyleşiden bazı yerleri alıntıladım. Görün, okuyun. Eğer, ülkemizde öğretmenlerimiz varsa, Atatürkçü Düşünce Dernekleri henüz kapanmamışlarsa, aydınım diyenlerin aklı vicdanı varsa, bu kişilerin yaptıklarına, daha da yapacaklarına tepki gösterirler.
Bizlere de görev düşüyor: Bu açıktan yapılan değersizleştirmeleri bir yerlere bildirmek!..
Yasalarla bari korunmalı değerlerimiz, bu kadar rezilliğe izin vermemeliyiz!..
Şu söze ne diyorsunuz? Yoğun çalışıyormuş yeğen, bu yeni iftirasına:
“Teyzem Latife kitabının da yazarı olan Mehmet Sadık Öke, söz konusu hikâyenin doğruluğu konusunda çok yoğun bir şekilde çalıştığını aktararak...”
“Bir kaç senedir bir müzik tartışması yapıyoruz. İzah edeyim: Latife Teyzem ile Mustafa Kemal boşanınca arkadaşlarının anlattığına göre Paşa odasına kapanıp... “Gördüm seni yeni açmış güle döndüm;...bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında bağrı yanık boynu bükük sümbüle döndüm” uşşak şarkıyı gramofondan bir hafta boyunca yemek bile yemeden dinlemiş. “
Burada frenle gaz sesi birbirine karışık:
“Anı çok güzel ve büyük bir aşk acısı içeriyor. Ancak bir sorun var; Besteci Sadettin Kaynak ilk bestesini 1926 yılında yapmış. Evet bu anlatılan olay da 1926 da geçiyor. Ancak yapılan ve taş plağa okunan ilk beste bu değil...”
Kendi dediğini (uzun uzun anlatarak) kendi çürüttükten sonra devam ediyor:
“İkinci anekdot ise şu: Efendim Atatürk’ün hastalığının ilerlediği zamanlar, Dolmabahçe Saray’ı olmuş size bir Cumhuriyet Meyhanesi, paşa kimseyi dinlemiyor içmeğe devam ediyor. Bir akşam gene ince saz kurulmuş Paşa da demleniyor. Bir şarkı bitiyor bir şarkı başlıyor; birden paşa “Durun!” diye bağırarak şarkıyı kesmiş; “Biz İzmir’in o gülünü zamanında çok kokladık şimdi sadece dikenleri kaldı çok acı veriyor“ demiş.”
Bu sözlerin ardı iyice raydan çıkmış tren örneği:
“Şaşıran saz ustaları tam bir başka şarkıya geçerken gözlerinde yaşlar ile “Çalın çalın son bir kez daha koklayalım dikenleri acı verse de” diyerek fikrini değiştirip “Yanındaki uşağa dönüp ‘sen de bardağımı doldur da eşlik edeyim ben de” demiş. İşte Latife Teyzeme aşkını itiraf ettiği çok ender anlardan biri.”
Bu şekilde bir ifadeyle bunları yazabilen, söyleyebilen kişilere ne diyebiliriz? Sözün bittiği noktaya gelmişiz. Terbiyesizlik sınır tanımıyor: Sen de bardağımı doldur da eşlik edeyim ben de.”sözü bile yetiyor bu kişinin niyetini anlamaya.
Uşağa eşlik edecek, yüce kahraman, devlet kurucusu, Türklerin atası, öyle mi?
Bu sözü de, sözde bir paşadan (Fahrettin Altay), eski bir subaydan duymuş aslan parçası küçük yeğen:
“... Özellikle uşşak makamı olmasını ve Latife Teyzemin Uşakizade aşıklardan olmasını bu şarkının dinlenmesi ile bağdaştırıyor. Kemal o kadar kendini kapatıyor ki bu şarkıyı dinlerken arkadaşları “ kendisine bir şey yapmasından öldürmesinden korktuk” diyorlar.”
Bu iş burada bitmeyecek, belli. Kendilerini, soylarını da pek bir üstün görüyorlar bunlar;
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz.” (Atatürk-1923) kayasına çarpmış başları...
Gözünü sevdiğim Cumhuriyet, sen ne büyükmüşsün öyle?
*
Karalama kampanyası tam gaz ilerliyor...
Bu kara çalıcıların son hamleleri, o, yazdı, yazmadı, kitlendi, kutuya kondu, açıldı açılmadı... diye sayıkladıkları kutuyla olacak. Şu an demek istedikleri, “Atatürk aşıkmış, istemeden ayrılmış, asıl Latife ondan ayrılmış. Seviyormuş hiç unutmamış ama mecbur ayrılmış...” diyerek kulaklara kar suyu kaçırıyor, yeni ve en büyük yalanlarına şimdiden kılıf hazırlıyorlar.
Kozmik odasına bile gidilen ülkemizin “ağızlara sakız” bir kara kutusuna hiç girilmez mi?
İçine kimbilir kimlerin ne zaman yazıp doldurdukları bir takım pislikleri, kutuyu açtık diye ortaya dökmeleri de artık an meselesidir, tüm bunlar ön hazırlık, demedi demeyin...
Atatürk bu ulusun gönlünden söküp alınmadan, nasıl gerçekleşecek karşı devrimin istedikleri?
Uyumayalım! Düşman uyumuyor!
Feza Tiryaki, 15 Şubat 2019