YENİ BİR ‘BAHAR’
31 Mart yerel yönetimler seçimlerinin ardından, ülkede yeni bir ‘Bahar havası’nın estiğine kuşku yok.
Bu gerçekten bir ‘Bahar’ mı olacak yoksa ‘Bahar havası’ olarak gelip geçecek midir?
Böyle düşünürken, dünyanın başka yerlerinde bir ‘Bahar havası’ olmuş mu diye baktım ve ilk kez Fransa’da ‘Halkların Baharı’ (Printemps des peuples) diye adlandırılıp 1848 Avrupa Devrimi’ni ateşleyen olayları anımsadım.
En son ‘Arap Baharı’ diye adlandırılıp dünyanın sadece Orta-Doğu’sunu değil ama genelini ilgilendiren ‘Yoz Bahar’ üzerinde duracak değilim.
Bu konuda çok şey yazılıp söylenmektedir ama kanımca Hüsnü Mahalli’nin değerlendirmeleri çok daha dikkate değer görünmektedir.
1848 Avrupa Devrimi’ni ateşleyen gelişmeler, 24 Şubat tarihinde, Paris sokaklarında başlayan ‘halk ayaklanması’ olup, giderek Berlin’den Frankfurt’a uzanan ve 23 yıl sonra Almanya’nın birleşmesiyle sonuçlanacak derin politik gelişmelerin kaynağını da oluşturmuştur.
Nitekim, Berlin, Postdam ve Viyana’nın yanısıra Budapeşte, Prag’dan başlayarak Venedik, Napoli, Palermo ve Toskano gibi İtalyan kentlerinden İspanya ve Portekiz’e değin tüm Kara Avrupası’nı saran bir ‘Halkların Baharı’ yaşanmıştır denilebilir.
Kiminde Monark’lar ‘Anayasal özgürlükler’e onay vermek zorunda kalırken kiminde ‘Sıkı Yönetim’lere başvurmak durumunda kalmışlardır.
Bir yönüyle ‘Ulusal Duygu’ların kabarması ve bir başka yönüyle ‘Ulusal Bilinç’in oluşmasına yol açmıştır denilebilir.
Fransa’da ‘1789 Ruhu’nun temsilcileri olan Lamartine’ler, Ledru-Rollin’ler, Arago’lar Paris ayaklanmasının Krallığın sonu ve Cumhuriyet’in yeniden kurulması olduğunu ileri sürerek ayaklanmacıların yanında yer almışlardır.
Gerçekten de 1830 Devrimi denilen ve 18 yıl süren ‘Anayasal Krallık’ (Meşruti Monarşi) son bulmuş ve Fransa’da IInci Cumhuriyet dönem başlamıştır.
Burada durup, 31 Mart yerel seçimleri ardından ‘Cumhuriyet Kazandı’ başlıklı yazıma, Kanada’lı bir arkadaşımın ‘Demokrasi’ mi yoksa ‘Cumhuriyet’ mi diye sorduğunu belirteyim.
Çünkü Kanada’lılar, bir ‘Federal Devlet’ olarak Kanada’nın hem ‘Anayasal Monarşi’ ve hem de ‘Parlamenter Demokrasi’ olduğunu biliyorlardı ama ‘Cumhuriyet’in ne demek olduğunu bilmiyorlardı.
O nedenle ‘Cumhuriyet’ ve ‘Demokrasi’ konusunda bir yazı dizisi yayınlamıştım.
Türkiye’de kaç kişinin bunun ayırdında olduğunu ise kestiremiyorum.
Örneğin, Türkiye’de sözde ‘demokratik yoldan’ geldiklerini ileri süren bir ‘Hükûmet’ ve onun ‘Baş’ı, kendilerinin seçilmesini sağlayan ‘Anayasa’ya uymadıklarını ve uymayacaklarını söyleyebiliyorlar.
Yargıçlar o ‘Anayasa’ya uymayabiliyorlar, Valiler, Kaymakamlar gibi ‘Kamu Yöneticileri’ (Mülkî Amirler) ve Ordu komutanları da uymuyorlar ama konuştukları zaman sözde ‘Demokrasi’ konusunda mangalda kül bırakmıyorlar.
Çünkü ‘Halk’tan kopmuşlardır ve Cumhuriyet’in ne demek olduğunu kavrayamamışlardır.
Oysa, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Halkların Baharı’ günlerinde, daha doğrusu 1848 Avrupa Devrimi günlerinde, kimi Monark’lar ülke dışına çıkmasalar bile geçici de olsa başkentlerinden kaçmak zorunda kalmışlardı.
1848 ‘Halkların Baharı’ günlerinde yapılmış Louis Marie Bosredon’un bir karikatüründe ise, yurttaşın bir elinde ‘oy pusulası’ diğerinde tüfeğinin olduğunu görüyoruz. İlginç olan, yurttaşın, oy’unu ‘dış güçler’, tüfeğini ise ‘iç düşmanlar’a karşı kullanacağını söylemesidir.
Oysa ‘Demokrasi oyunu’nda, tüfeğin ‘dış güçler’ oy pusulasının ise iç ‘temsilciler’ için kullanılacağı anlatılmaktadır.
Ne var ki, tam yedi çeyrek-yüzyıl aradan sonra, sanki karikatürde anlatıldığı gibi, halkların ‘dış düşman’larını kendi ‘oy’larıyla belirlediklerini görüyoruz.
Çünkü, sözde ‘demokrasi’ ile seçilen ‘temsilciler’in bir başka ülkeye savaş açıp açmayacakları onların sadece ‘iki dudağı’na bağlanıyor olmaktadır.
Kuşkusuz, komşu ya da değil, bir ülkeye savaş açılıp açılmayacağı ‘halkoyu’na sunulmalıdır demek istiyor değiliz.
Ancak, gerçekte ‘can ciğer kuzu sarması’ olan iki ülke temsilcisinin bir gece ansızın ‘amansız düşman’ ilan edilip savaş ilan edilmesinin hesabının sorulabileceği de sorgulanmalıdır değil mi ama?
Değil mi ki, hiç kimse, ‘Halklar’ın yüzyıllardan buyana ‘düşman’ olduklarını ileri süremez.
Nitekim, bizim Sinoplu Diyojen günümüzden (413+2023=) 2436 yıl önce ‘Dünya vatandaşlığı’ düşüncesini ileri atmıştı.
Diyojen’in bu antropolojik ‘insan’lık anlayışı Kant’ta ‘dünya yurttaşlığı’ ( Weltbürger) biçimini alarak ‘hukuk felsefesi’ bağlamında evrensel barışın (paix perpétuelle) temeline konulacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta Barış/Dünyada Barış’ ilkesi de Kantçı anlayışın Türkçe dillendirilmesinden başka bir şey değildir.
Ne var ki, Kant’a göre, ‘Dünya yurttaşlığı’nın bir Devlet içinde yeşermesi için ilgili Devlet’in ‘Cumhuriyetçi’ bir politika izlemesi zorunluluğu vardır. Kuşkusuz bunun için ‘evrensel barış’ı gözeten bir ‘hukuk’ anlayışına gereksinme duyulacaktır.
Burada, 1848’de ‘Manifesto’sunu yayınlayan Marx ve Engels’in, farklı gerekçelerle de olsa, ‘Bütün ülkelerin proleterleri birleşin!’ sloganının özünde ‘Dünya Barışı’nı gözettiğinin altını çizelim.
Yazıyı uzatmamak için burada duracak olur da ‘Halkların Baharı’ terimine dönecek olursak, İlk ‘Bahar’ın halkların ulusal bilinç düzeyinde örgütlenmeleri olduğunu ileri süreceğiz.
İkinci ‘Bahar’ ise, ‘ulusallık’ ile ‘evrensellik’ arasında hem öznel ve hem de nesnel bir bağ kurduklarında gerçekleşmiş olacaktır.
Jean Jaurès’in dediği gibi “az enternasyonalizm vatandan uzaklaştırır çok enternasyonalizm yakınlaştırır / az yurtseverlik enternasyonalizmden uzaklaştırır çok yurtseverlik yakınlaştırır”.
Öyleyse, gerçek bir ‘Halkların Baharı’ için, olabildiğince yurtsever ve bir o kadar enternasyonalist olmak gerekmektedir denilebilir.
Aksi taktirde, günümüzde olduğu gibi, ‘Demokrasi’nin bir ‘burjuva oyunu’na dönüştürülmüş olması dolayısıyla, ‘Yoz Bahar’lar yaşatılmasından kurtulunamayacaktır.
Çünkü o, halka rağmen, ‘Bahar’ı, istediği zaman yaz sıcağına, istediği zaman zemheri ayazına çevirebilmektedir.