YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR (III)
Etik ve Hukuk
Avrasyacılığın hukuk anlayışına gelince, madem ki Batı’nın bütün ‘değer’leri sorgulanmaktatadır, o halde ‘Doğal Hukuk’ anlayışı bunların dışında kalmayacaktır.
Hatta “Doğal Hukuk” adaletsizlik ve şiddetin kaynağı olarak görülmektedir.
30 Yıl Savaşları olarak bilinen ‘Din Savaşlarını’ sonlandıran ve Modern Devlet’lerin kuruluşuna temel oluşturan Westfalia Antlaşması (1648), Hugo Grotius’un (1583-1645) ‘Savaş ve Barış Hakları Üzerine’ çalışmasında ileri sürülen ‘Dogal Hukuk’ ilkelerine dayandırılmıştı.
Hugo Grotius’tan ikiyüzyıl sonra bu kez, tarihsel hukuk ekolü’nün kurucusu Gustav Hugo (1764-1844) döneminde ‘Devlet-Ulus’ların hukukuna gelinmiş olacaktır.
Öyle ki, Noployon Yasası (Code Napoléon) tüm Aydınlanma felsefesinin, Marx’ın deyimiyle “Voltaire, Rousseau, Condorcet, Mirabeau, Montesquieu ve Fransız Devrimi’nin külleri üzerine yükselmiş olacaktır”.
O’na göre, ‘Doğal Hukuk’ savunulabilir, ama onu uygulayacak Devlet’in ‘İnsan doğasına uygun bir Devlet olması koşuluyla’!
Demek ki Devlet’in dışında bir ‘hukuk’, dolayısıyla Politikanın dışında bir ‘hukuk’, diyelim ‘pozitif hukuk’, “ussaldaki pozitifin gizlenmesi için pozitifteki ussallığı görmemeye” dayanmaktadır. [On ne voit plus rien de rationnel dans le positif, mais dans le seul but de ne devoir plus rien voir de positif dans le rationel]
Zaten ‘modern doğal hukuk’, ‘Hrıstiyan kültür’ün bir meyvesi olmuştur (*).
Amerika’nın keşfi sırasında işgalcilerin (conquistadors) yerli halka uyguladıkları ‘insanlık dışı’ uygulamalar öylesine ayyuka çıkmıştı ki, İmparator V. Charles, Francisco Vitoria’yı (1492-1546) durumu idare etmesi için görevlendirdiği zaman, Vitoria daha sonra Salamank Okulu’nun ilkeleri arasında olacak « Her insan doğası gereği eşit ve özgürdür » biçiminde formüle edilecek olan ‘ilke’yi ortaya atmak zorunda kalmıştı.
Böylece ‘Kilise iktidarı’, “Ne Yahudi ne Yunan vardır, ne köle ve ne de özgür insan; ne kadın ve ne de erkek değil sadece ve yalnızca İsa’nın evlatları vardır” diyerek Hrıstiyanlığın kurucusu İsa’yı yeniden keşfetmek zorunda kalacaktır.
Amerikan ve Fransız Devrimleri de, bu ilkeyi “Her insan eşit ve özgür doğar” biçiminde anayasalarına koyacaklardır.
Yaratılanı sevmek
İnsanların ‘eşit ve özgür’ oldukları görüşünü ‘insan sevgisi’ne dayandıran yaklaşımlar ise iki temelde yürümüştür debilebilir: idealist ve materyalist.
13. Yüzyılda Yunus Emre’nin (1240-1321) “yaratılanı Yaradan’dan dolayı sevmek” sözündeki ‘kaba idealizm’in yanısıra, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır” sözündeki ‘insan bilgeliği’ (la sagesse de l’homme) 17.yüzyıl Avrupa’sında Thomas Vaughan (1622-1666) tarafından, ilk kez, Anthroposopfia terimiyle dile getirilecektir. (Anthroposophia Theomagica and Anima Magica Abscondita, Londres, 1650)
Bundan böyle Anthropos-sophia (İnsan-sevgisi) yaklaşımının Philo-sophia (bilgi-sevgisi) yaklaşımıyla bir yarışa girdiği söylenebilir.
Böylece Troxler (1780-1866), Gottlieb Fischte’nin oğlu İmmanuel Herman Fichte (1796-1879), Robert Zimmermann (1824-1898), Gideon Spicker (1872-1920), ve Rudolf Steiner (1861-1925) tarafından geliştirilecek olan bir ‘bilim dalı’ denilmese de bir ‘tanıma yöntemi’ ileri sürülecektir.
Bu yöntem, Kant’ın, ‘algıların ötesinde bir tanımanın sözkonusu olamayacağı’ biçimindeki idealizmini aşan ve ‘gözlem’ ile ‘düşünce’ arasındaki sürekli gidiş-gelişlerle ‘arıtılmış düşünce’ (penser pur)ye ulaşalabileceğini ileri sürmektedir.
İncelediğimiz konu bakımından, özellikle Rudolf Steiner’in “Etik Bireycilik” (l’individualisme éthique) diye adlandırdığı ve insanın ‘özerkliği’ni kazanmadan ‘özgürlüğüne’ kavuşamayacağı tezi üzerinde durmak gerekmektekdir.
Kaldı ki, anthroposophie salt ‘insan bilgeliği’ (sagesse de l’homme) değil ama aynı zamanda ‘insanlık bilinci’ (conscience de son humanité) olarak anlaşılabilmektedir.
Alman hukukçu Martin Kriele (1931- )’in “İnsan soyunu hukukla özgürleştirmek” savını dayandırdığı ‘Doğal Hukuk’ anlayışı da işte bu antrhroposophia yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Yani, zırzop politikacıların ileri geri, gelişigüzel ve hatta kaba (vulgaire), ‘insanı şurasından severim, burasından severim’ türü, zerre ‘düşünce’ içermeyen yaklaşımlarının revaçta olduğu günümüzde, bu tür ‘arıtılmış düşünce’ girişimlerinden sözetmek sıkıcı gelse de, bu konuyu incelemeyi sürdüreceğiz.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem