YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR (IV)
Avrupaî Devlet Modeli
‘Doğal Hukuk’un üniversiteye girmesi ise 1661 yılında Charles-Louis Ier du Palatinat (1617-1680)’nın Samuel Pufendorf’u Heidelberg’te ‘Doğal Hukuk Kürsüsü’ne atamasıyla olmuştur.
Westfalia Antlaşması’nın ‘Doğal Hukuk’ ilkelerine göre Rhine bölgesinde oluşturduğu ‘Devlet’ler ise ilişikteki haritada gösterilmektedir.
Çok daha belirgin olması için bu bölgenin şimdiki Almanya’nın kuzey batı bölgesi olduğu anımsatılmalıdır. Yani, bugünkü Almanya’ya, o dönemin ‘Doğal Hukuk’u uygulanacak olursa, sözkonusu bölgede sayısız ‘Devlet’ kurulmuş olacaktır.
Günümüzde ise bölgemizde kurulması tasarlanan Musul/Kerkük/Erbil/ Süleymaniye ya da Cerablus/ Afrin/ Kobane ya da ‘bilmem ne’ Devletçikleri de bunlardan ‘bir adım önde’ olmayacaklardır.
Samuel Pufendorf’un o dönemin bütün hukukçularının elinden düşmeyen iki broşürünü başlığı ise “De Officio Hominis et Civis- Juxta Legem naturalem Libri Duo”, yani ‘Doğal Yasa’ya göre İnsan ve Yurttaş Hakları”dır.
Önceki yazılarda belirttiğimiz üzere, bu ‘Doğal Hukuk’ anlayışı, Aydınlanma dönemi ‘Cumhuriyet’lerinin de temelini oluşturmuştur: Güçler ayrılığı, insan hakları ve demokrasi.
‘Avrupaî Devlet Modeli’ de denilebilir ‘Batı tipi Demokrasi’ de..
Bundan iyisi ‘can sağlığı’ diyenlerimiz de olacaktır kuşkusuz.
Ancak ‘kazın ayağı’ hiç de göründüğü gibi değildir.
Her ne kadar ‘gerçekleştirilmesi umulan’ bir ‘Devlet Modeli’ olmasına karşın, sadece ve yanlız ‘1848 İsviçre Doğrudan Demokrasi’sinden başka ve göreli olarak günümüz ‘İsviçre’sinden başka hiçbir ülkede uygulama olanağı bulduğu söylenemez.
Kaldı ki, daha o dönemde tarihçi ve filozof Friedrich Schiller (1759-1805), ‘Devlet’in birbaşına ulaşılması gereken bir ‘Amaç’ olmaması gerektiğini ileri sürmüş, böyle olması halinde ‘Devlet’in ‘insan’ın ‘maddî ve manevî yetileri’nin gelişmesi önünde engel olacağını ileri sürmüştür.
Bize göre, demektedir Schiller, başta ‘Anayasa’lar olmak üzere, “politik kurumlar, insanın oluşum (formation) ve kültürel gelişimini sağlayacak ya da en azından buna engel olmayacak kurallar koymalıdır”.
Aksi taktirde Devlet, “katılaştıkça acımasızlaşacaktır”.
Nitekim, ‘Avrupaî Devlet Modeli’ ne denli ‘esnek ve babacan’ olursa olsun, ‘insanı insanlıktan çıkararak’ onu bir ‘terbiyeli maymun’a döndürmüş bulunmaktadır.
Oysa, gerek Grotius ve gerekse Fransız Devrimcileri (Robespièrre, Danton ve Marat), ‘Doğal Yasa’ların ‘sanki Tanrı yokmuş ya da insan ilişkileriyle ilgilenmiyormuş’casına uygulanmasını istemektedirler.
Tam da burada, Kilise öne atılmakta ve bu tür bir yorumu ‘Dinsizlik’ ya da ‘Tanrı tanımazlık’ olarak damgalamaktadır.
Ne var ki, ne Grotius ve ne de bu görüşü savunanların Tanrı’nın varlığını tartışmaya açtıklarından sözedilemez. Tersine Tanrı’yı insanlar arası ilişkilerde ‘aracı’ olmaktan çıkarmak istedikleri söylenmelidir.
İşte, en azından son 500 yılda, Kilise ya da benzeri kurumlar, sanki Tanrı’dan ‘vekâlet’ almışcasına insanlığın önüne en büyük ‘engel’ olarak çıkmış ve insanların ‘inanç dünyaları’nı da ‘sapkınlık’larla doldurmuşlardır.
Oysa ‘Doğal Hukuk’, genelde, ne denli ‘inanç’tan arındırılmış bir ‘etik’ üzerine dayandındırılmak istense de, ‘etik’ten uzaklaşarak ‘insan doğası’na aykırı bir ‘hukuk’ olma yönünde evrilmiştir.
Böylece ‘Etik/Hukuk’ çelişkisi yeniden karşımıza çıkmakta ve tam da burada, inanç ve geleneğe önem veren ‘Avrasyacılık’ yaklaşımının ‘Avrupamerkezcilik’ten nasıl ayrılabileceği konusuna gelinmiş bulunmaktadır.
En belirgin ayırım, Avrupamerkezciliğin ‘ussalık’a dayandırılmasına karşın, Avrasyacılığın ‘kalp’ ve daha doğru bir terimle ‘gönül’e dayanmasıdır.
Her koşulda, her iki yaklaşımın da ‘inaç’lı davranması sözkonusu olabilir; ama biri ‘aklın gerekirlikleri’ni öne çıkarırken diğeri ‘gönül’den davranmak savındadır.
O nedenle bu ayrım üzerinde ayrıca durmak gerekmektedir.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem