YENİ BİR ‘HALKÇILIK’ TANIMINA DOĞRU (5)
‘Halk’a bakarak ‘yönetim biçimi’ ya da ‘demokrasi’sini ve ya da ‘yönetim biçimi’ne bakarak ‘Halk’ı tanımlamak mümkün olabilecektir demiştik.
‘Yönetim biçimi’ olarak ise, dünya genelinde şu veya bu düzeyde bir ‘demokrasi’ olduğu varsayılmaktadır.
Değilmi ki, hemen hemen tüm ülkelerde ‘sandık’lar konulmakta, ‘seçim’ler yapılmakta ve ‘siyasal partiler’ yarıştırılmaktadır.
‘Sandık’tan çıkanların seçimlerin ardından ‘diktatoryal’ eğilimler göstermesi ya da doğrudan ‘diktatör’ olmaları konusu somut örnek bağlamında ayrıca ele alınabilir.
Ancak, örneğin Fransa gibi ‘Batı demokrasisi’ni içselleştirmiş bir ülkede bile, çoğu kez ‘popülizm’le karıştırılarak ‘milliyetçilik’ denilen eğilimlerin yükseldiğine ilişkin tanılar konulmaktadır.
Ve bu durum, bu konuda çalışan sosyolog, ekonomist ya da politika bilimcilerinin titiz çalışmalar yapmasına yol açmış bulunmaktadır.
Pierre Rosanvallaon’un adını andığımız çalışmasında dikkat çektiği iki ana çizgi; bir yandan ‘demokrasi’nin yozlaşan yönlerini anlatırken, öte yandan çağdaş bir ‘demokrasi’de olması gerekenleri özetlemesi bakımından anmaya değer:
Buna göre, ‘yöneten’ler ile ‘yönetilenler’ arasında olması gereken üç ana ‘ilke’den sözedilebilir;
-Anlaşılabilirlik (lisibilité): Bu ‘ilke’, Türkiye’de zaman zaman dillendirilen ‘saydamlık’tan(transparence) daha kapsamlı bir durumu dile getirmektedir.
Dolayısıyla ‘Halk’ın, kendisinin seçtiği yöneticilerin eylemlerinin ‘niçin’ini anlayabilmeleri, ‘nasıl olduğunu görebilmeleri’ ya da denildiği üzere ‘okuyabilmeleri’ demektir.
Bu ilke bağlamında, Türkiye’ye bakıldığında, ‘Halk’ın kendisinin seçtiği yöneticilerin eylemleri konusunda, ‘bulanıklık’ şöyle dursun tam ‘zifiri karanlık’lık sözkonusudur.
Seçilenlerin her eylemi ‘O’nun da benim anlayamayacağım derin bir nedeni vardır’ biçiminde değerlendirilmektedir.
İşte ‘Görünmez’, ‘Feraset sahibi’, ‘Devlet’e iman eden’ veya her nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, bu tür bir ‘seçmen kitlesi’ isterse ‘Kitle-i vahdet’ olsun, gerçek anlamda bir ‘Halk’ olamaz.
-Sorumluluk (Responsabilité): Seçilenlerin ‘istifa etmek’ gibi bir ‘erdemlilik’ göstermemelerini umursamayan bir ‘Halk’, ne ‘hesap verilebilirlilik’ ve ne de uygulanan ‘politika’ları değerlendirmek gibi kaygı taşımamaktadır demektir.
Böyle olunca, ‘seçilenler’ de, halk diliyle ‘istedikleri gibi at oynatabilmektedirler’.
Demek ki, gerek seçenler ve gerekse seçilenlerin, kendi konumları bakımından bir ‘demokratik sorumluluk’ taşımaları gerekmektedir, ki aksi durumda ne ‘Halk’tan ve ne de ‘Yönetici’den sözedilebilir.
Olsa olsa bu ‘yönetici’ler ‘sürü güden’ler olabilirler, ki istedikleri zaman ‘diktatör’ ve istedikleri zaman ‘Halife’ ya da ‘Gav(at)s’ olabilirler.
-Tepki verirlilik (Réactivité): (İngilizce responsiveness terimiyle dile getirilen) bu ‘ilke’, demokrasiye ‘uygunluk’ sınırlarını belirlemektedir.
Öyle ki, seçilenleri ‘çizgiyi aşmama’ya zorlayan ‘Halk’ın belli bir çizgiden sonra ‘karşı tepki’ (réaction) vereceğine olan inançtır.
Ki, gerçekten ‘Halk’ da, seçilenlerin çizgiyi aşması durumunda, derhal tepki vermek bilincinde olacaktır.
Bu üç ‘ilke’, ‘demokrasinin sınırları’nı ya da ‘düzey’ini belirliyor diyelim.
Bu ‘düzey’i tutturamayan ‘kitleler’e de ‘Halk’ denilemeyeceğinin altını çizelim.
Bir başka deyişle, bu üç ‘ilke’, ‘iktidar’ın, tarihsel, dinsel ya da tinsel bir ‘şey’ değil ama bir ‘ilişki’ olduğunu, zamanın gereklerine göre ‘ussal bir işleyiş’ göstermek zorunda olduğunu dile getirmektedir.
O nedenle, ‘iktidar’ı ele geçirenlerin (yönetenler diyelim) bu ‘ilke’lere uymaları kadar, yönetilenlerin de gerçekte ‘Halk’ olabilmeleri bu ‘ilke’leri benimseyip uygulayabilmelerinden geçmektedir.
Demokrasi’nin yozlaşmamasına ve iyi bir ‘işleyiş düzeyi’ tutturamamasına yol açan ikinci ana konu, kısaca ‘liyakat’ denilen ‘yönetici kalitesi’dir ki, bu da denildiği üzere toplumların ‘eğitim ve öğretim düzeyi’ne doğrudan bağlıdır.
Ne var ki, son yıllarda Arap (ya da müslüman) ülkelerde Batı’da ‘iyi yetişmiş’, yani ‘liyakat sahibi’ yöneticilerin işbaşında oldukları ileri sürülmektedir.
Ancak, bu ülkelerde gerçek anlamda bir ‘Halk’ın olduğunu ileri sürmek abesle iştigal olacaktır.
Yani ‘liyakat’, yukarıda sayılan ve ‘demokrasi’ ya da ‘çağının çağdaşı’ herhangi bir ‘yönetim biçimi’ olmadıkça, ancak ‘layıkiyle gütmek’ anlamına gelebilir, ki bu ülkeler bunun somut örneklerini oluşturmaktadırlar.
Kaldi ki, pek uzağa gitmeden, varsayalım ki Maliye Bakanı ile Merkez Bankası Başkanı ‘liyakat’ sahibidirler.
Peki ama sözde ‘Halk’ımız ‘Ne eylerlerse iyi eylerler’ demeyecek midir?
Demek ki daha bir fırın ekmek gerekmektedir!
(Sürecek)