Yine Laiklik...
TRT’de laiklik konusunda düzenlenen son açıkoturumda yine tek yanlı görüşler sergilendi. Bu sözde “açık oturum”da tek yönlü görüşleri benimsetmeye çalışan bir nörolog ile birbirlerinin sözlerini “noter sadakati” ile onaylayan iki öğretim üyesini izledik.
“Açık oturum” karşıt görüşlü tartışmacılarla yapılır. Bu programlarda ise yalnızca bir görüş sergilenmektedir. Konuşmacılar da özenle bu görüş sahipleri arasından seçilmektedir.
Laiklik konusunda söylenecek çok söz vardır. Atatürk durup dururken mi laiklik ilkesini benimsemiştir? Cumhuriyet öncesi ve sonrasında dinsel görüntülü hangi siyasal eylemlere ve başkaldırmalara tanık olunmuştur? Bunları hiç inceleyen yoktur.
Bu olaylardan biri, “Şeyh Sait Ayaklanması”dır. 1925 yılı Şubat ayında başlatılan bu ayaklanma, zamanın Başbakanı Fethi Okyar’ın sözleri ile “padişahlık, hilafet, şeriat, Abdülhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin gibi irticai” nitelikte bir “etnik” ayaklanmaydı.
Ayaklanma, Lozan Antlaşmasında çözüme bağlanamayan Musul sorununun Türkiye ile İngiltere arasında uyuşmazlık konusu olduğu günlere rastlamıştır. Şeyh Sait adına İngiliz silah fabrikalarına silah sipariş edilmesi de olaydaki İngiliz parmağını doğrulamaktaydı. Ayaklanma bastırıldı; ancak bu arada Türkiye Musul’u yitirmiş oldu. İngilizler, kendileri için en uygun sonucu almışlardı.
“Hıyaneti Vataniye Kanunu”, İngiliz destekli Şeyh Sait ayaklanması sırasında çıkarılmıştı. Yasanın amacı din duygularının siyasal amaçla kullanılmalarını önlemekti. Ayaklanmanın dinsel sloganlarla başlaması ve din sömürüsü ile sürdürülmesi, ölüm cezası içeren yasanın çıkarılmasına yol açmıştı.
Devrin yöneticileri ayaklanmaya böyle bakıyorlardı.
1924 yılında hilafetin kaldırılması; 1928 yılında Anayasadan “devletin dini” hükmünün çıkarılması, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasını önlemek amacıyla başvurulan yollardı. Bu adımların her biri din duygularının siyasetten arındırılması amacı ile atılmaktaydı.
Laikliği, Batıdan gelen, Batı ülkelerine hoş görünmek için getirilen bir çeşit “kökü dışarıda” düşünce olarak sunmaya çalışanlar, asıl “kökü dışarıda”ki ilişkilerin etnik kökenli gerici ayaklanmalarda bulunduğunu, nedense görmezlikten gelmektedirler. Tarihten örnekler vererek bu görüşleri yanıtlayacak olanlara da televizyon ekranları bir nörolog tarafından kapatılmaktadır.
Tek yanlı televizyon programlarına çıkanların görmezlikten geldikleri bir başka konu da laiklik ilkesinin benimsendiği 1937 yılında genç cumhuriyetin hangi olaylarla karşılaştığıdır.
1937 yılı cumhuriyetin zorlu yıllarından biridir. Bu yılın ilk ayında Türkiye Hatay sorununun çözümü için girişimlerde bulundu. Aynı günlerde Atatürk, toprak reformu yapılması için emirler verdi. Atatürk’ün amacı, toprak ağalığının mülkiyete dayalı siyasal egemenliğini kırmaktı. Bunun için de büyük çiftliklerin “nüfus yoğunluğuna ve toprağın verim derecesine göre” sınırlandırılması amaçlandı. Ancak, Atatürk’ün toprak reformu düşüncesi hiçbir zaman gerçekleşmedi.
O sıralar genç cumhuriyet yine bir ayaklanma ile uğraşmak zorunda bırakılmıştı. 1925 Şeyh Sait Ayaklanması İngilizlerle aramızdaki “Musul sorunu”nun çözümleneceği günlere rastlatılmıştı. Hatay’ın bağımsızlığı ve toprak reformu çalışmaları sırasında da yine etnik kökenli bir ayaklanma başlıyor; “Dersim isyanı” olarak bilinen etnik kökenli ayaklanma Milletler Cemiyeti’nin Hatay’ın bağımsızlığı için karar aldığı günlere denk düşürülüyordu.
Fransız güdümündeki Suriye’de örgütlenen çeteler, aynı günlerde sınırlarda terör ve soygun eylemlerine başvuruyorlardı.
Terör ve soygun eylemlerinin Hatay sorununda yenik düşen Fransa ve bu devletin güdümündeki Suriye tarafından düzenlendiği o günlerde, her şey yazılıp söylenmiştir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Mecliste yaptığı konuşmada bu eylemlerden ötürü Fransa’yı açıkça suçlamış ve “çetelerin nasıl hazırlandıkları konusunda uluslararası bir inceleme yapılmasını” istemiştir.
Aynı günlerde hükümet, Tunceli’de “ıslahat programı” uygulamaya karar vermişti. Bayındırlık hizmetleri sırasında, bölgeye okullar ve yollar yapılıyordu. Ayaklanma bu sırada altı aşiret tarafından başlatıldı. Ayaklanmada din duyguları yine ön plandaydı.
Laiklik ilkesinin siyaset sahnesinde bu olaylar yaşanırken benimsenmiş olması, herhalde bir rastlantı değildi.
Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında “irtica” kökenli ve amaçlı akım ve eylemlerin emperyalist devletlerce desteklenmesi, laikliğin değil “irtica” eylemlerinin “köklerinin dışarıda” olduğunu kanıtlamaktadır. Bu ilişkileri anlamak için o günlerin İngiliz Kraliyet belgelerine bakmak bile yeterlidir.
Siyasetin din duygularından arındırılması düşüncesinin ne kadar doğru olduğunun, İran’da yaşanan olaylarla artık bugün yeterince kanıtlandığını sanıyoruz.
Bugün “İslam enternasyonalizmi” amacını güden “Rabitatül Alemül İslam” adlı örgüt bir Amerikan-Arap ortak petrol şirketi olan “Aramco” tarafından niçin desteklenmektedir? Hıristiyanlar, acaba neden bu “İslam enternasyonalizmi”ni petrol gelirlerinden elde ettikleri para ile desteklemek gereğini duymakta, niçin Türkiye’mizde Arap sermayesini siyasal partilerle kenetlemeye çalışmaktadırlar? Nedir bu çabaların amacı?
Siyasetçiler arasında Müslümanın “garibanına” Atatürkçülük taslayıp çokuluslu sermaye ile destekli gericiliğe şapka çıkarmak, günümüzün modasıdır!
“Türk-İslam Sentezi” özü ve sözü ile Atatürkçülüğe karşı bir görüştür. “İslam’da laiklik” ise söz konusu değildir.
Laiklik ilkesi, adım adım yok edilmektedir. Televizyon bu görüşün aracı olmakta; “açık oturum” adı altında tek görüş savunulmakta, bu görüşün propagandası yapılmaktadır.
Uğur MUMCU - Cumhuriyet, 25 Eylül 1985