YURTTAȘLIK GÖREVİ
Yarın Cumhuriyet Bayramı.
Cumhuriyet’imizin ‘ilan edilișinin’ 89. Yıldönümü.
‘Kuruluș felsefesi’ diye adlandırılan ‘ilke’ler daha önce șu ya da bu biçimde dile getirilmiș olsalar da, 29 Ekim 1923’ten itibaren yașama geçirilmișlerdir.
O güne değin sıradan ‘Osmanlı’ olan insanlar, cumhuriyetin ilanı ile birlikte ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttașı’ sayılmıșlardır.
Söylemeye gerek yok ki, Osmanlı topraklarında yașayan insanları o güne değin ‘Osmanlı’ olarak biribirlerine bağlayan ‘bağ’, ‘hanedan bağı’ idi.
Osmanlı Devleti’ni kuran Oğuz Türkleri’nin Kayı Boyu’dan gelen Osman Bey değil miydi?
Zaten Avrupalılar da Osmanlı İmparatorluğundan ‘Türkler’ diye sözederken bu ‘etnik bağ’a gönderme yapıyorlardı.
Ne var ki, bu bağ bir ‘doğrudan zor’a dayanıyordu.
‘Osmanlı Devleti’nin ‘egemenliği’ altında yașayan insanlar bir alt düzeyde,, ‘müslüman’lık ya da ‘hristiyanlık’ veya müslüman Türk, Kürt, Ermeni ya da Hristiyan Rum ve Ermeni olmaları gibi ‘bağı’larla tanımlanabiliyorlardı.
Yani ‘Devlet gücü’ olarak ‘hanedanın egemenliği’, onları birararda tutan ‘zor bağı’ olmasına karșın, kendi aralarında ‘din bağı’ ile biribirlerine bağlı idiler.
Halk kitlelerini biribirlerine bağlayan ‘çimento’ da, gönüllü bağ’ olan ‘din bağı’ olmaktan çok zorlu bağ olan ‘hanedan bağı’ idi.
Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile birlikte, ‘egemenlik kayıtsız ve koșulsuz olarak’ halkın doğrudan ‘kendisi’ne verilmiș oldu.
Ve halk kitleleri sözcüğün tam anlamı ile ‘özgürlük’lerine kavușmuș oldular.
Yani kendi ‘özgür irade’leri dıșında ‘herhangi bir ‘bağ’la bağlı değillerdi artık.
Onları ‘etnik’, ‘dinsel’ ya da herhangi bir zor ‘bağ’ı ile biribirlerine bağlamak, ya da aralarına ‘çimento’ dökmeye gerek yoktu.
‘Egemenlik’ kendi ‘irade’lerine bırakılmıștı.
Ancak bu egemenliğin pek sözü edilmeyen bir ‘koșul’u vardı.
Bir bașkasına ‘devredilemez’ idi.
Yalnız ve sadece, diyelim bir seçim süresi boyunca kullanımına ‘vekil’ atayabilirlerdi ancak.
Böylece cumhuriyeti olușturan halkı birbirlerine bağlayan bağ, ‘kendi irade’leriyle her zaman yönlendirebilecekleri bir ‘politik bağ’ oldu.
Onlar artık ‘özgür yurttaș’lar idiler.
Ne var ki bu ‘özgürlük’ yabanıl bir özgürlük değil, denildiği üzere ‘politik özgürlük’ idi.
Bu ‘politik özgürlüğün’ olmazsa olmazı da, ‘politik görevleri’n yerine getirilmesidir.
Diyelim kendi ‘vekil’ini atamak, atadığı ‘vekil’i denetlemek, ‘vekil’in vekillik sınırını așmasını engellmek vb vb.
Son tümceden olarak, bugün Türkiye’de kaç ‘yurttaș’ kendi ‘vekil’ini gerek atamak ve gerekse vekilin ‘vekillik sınırını’ așıp așmadığını denetlemek konusunda söz sahibidir?
Belki yarın, 29 Ekim 2012 günü bu konuda bir ‘görüș’ edinilebilir.
Bakalım ne kadar ‘Türkiye Cumhuriyeti Yurttașı’, cumhuriyetin kendilerine kayıtsız ve koșulsuz olarak verdiği ‘egemenlik hakkı’nı kullanabilecek?
Yani ‘yurttașlık görevi’ni yerine getirecek..
Oysa her yurttașın yalın ve sıradan günlük ‘iș’lerinin bașında gelen bir ‘görev’idir bu.
Yarın sokaklarda ellerinde bayraklar ile ‘kendi bayramı’nı kutlamayan insanları ‘yurttaș’ olarak tanımlamak bile kolay olmasa gerektir.
O nedenle yurtașlığı da devleti de cumhuriyeti ve demokrasiyi de ‘ tanımlamak’ zor bir iștir diyordum.
Bu kavramlar yașamın her yanında ve günlük yașamın içinde görülüp yașanmadıkça anlașılamazlar.
Yarın, 29 Ekim 2012 günü dünyanın neresinde olunursa olunsun, Cumhuriyet bayramı kutlamalarına șu ya da bu biçimde katılmayan kiși, Türkiye Cumhuriyeti yurttașı sayılmayacağı gibi, devlet, demokrasi ve cumhuriyet konusunda da ‘tek sözcük’ etmek hakkına sahip olmamak gerekir.
Bu duygu ve düșüncelerle yurttașlarımızın cumhuriyet bayramını kutluyorum.
Habip Hamza Erdem