Yüzlerce yıllık prangaları kıran yoktan bir ülke kuran CUMHURiYET
Atatürk, 19 Ocak 1923'te İzmit'te halka şöyle sesleniyordu: “Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket kalplere acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok fakirdir, sefil ve çıplaktır.”
Atatürk haksız mıydı?
Cumhuriyet kurulurken ülke gerçekten de harap ve virane, halk sefil ve perişan değil miydi?
Tek suçlu savaşlar mıydı?
Yüzyıllardır akıl ve bilim ihmal edilmemiş miydi? Bağnazlık büyüyüp cehalet yaygınlaşmamış mıydı?
Saltanat baskıcılığı, Türk halkını ve Anadolu'yu savsaklayıp boşlamamış mıydı?
Gerçek şu ki:
1923'te Cumhuriyet kurulurken bu topraklar hâlâ işgal altındaydı; yokluğun, yoksulluğun ve cehaletin işgaliydi bu.
ANADOLU YANGIN YERİYDİ
1923'te “manzara-i umumiye” şöyleydi:
Kurtuluş Savaşı sırasında düşman, 830 köyü tümüyle, 930 köyü kısmen yakmıştı. Yanan bina sayısı 114.408, hasar gören bina sayısı 11.404'tü. Ruşen Eşref Ünaydın, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra gördüğü manzarayı şöyle anlatıyordu: “… Kasabalar ki evleri, barkları, camileri, dükkânları, bağları, bahçeleri, bir uçtan bir uca düşman eliyle birer birer kül edilmişler… Fakat hele Alaşehir! Orada nasılsa kendilerini yanmaktan kurtarabilmiş 27 ev vardı. İşte böyle parmakla sayılacak kadar az. Fakat aman yarabbi, onlar da ne halde idiler. Öylesine talan edilmişler ki tırnakla yolunmuş yüzlere benziyorlar. Hiçbirinde eşyadan, kap kacaktan zerre kalmamış…”
Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı 400 bini geçmişti, göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyordu.
Bu fotoğraf savaş sonrası Manisa'da çekildi.
Nüfusun yüzde 80'i kırsalda yaşıyordu. 40 bin köyün 37 bininde ne okul ne yol ne dükkân vardı.
Yeterli düzeyde karayolu ve doğru dürüst bir demiryolu yoktu. Tüm ülkede 2500 km. karayolu ile neredeyse bir kilometresi bile bize ait olmayan 4112 km. demiryolu vardı. Ankara'nın doğusunda hiçbir şey olmadığı gibi demiryolu da yoktu.
Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye'de denizcilik unutulmuş gibiydi. Limanlar yabancılarındı. Donanma ise II. Abdülhamit döneminde Haliç'te çürütülmüştü.
HASTALIK ÇOK, DOKTOR YOKTU
Nüfusun yüzde 82'si tarımla uğraşmasına rağmen tarımsal üretim çok azdı. Bitmeyen savaşlar da tarımsal üretimi vurmuştu. Ülkede ziraat mühendisi yok gibiydi. Doğu'da ağalık düzeni vardı. Köylü topraksızdı; sabanı ve öküzü bile yoktu. Sığır vebası yaygındı.
Tüm Türkiye'de sadece 344 doktor vardı. 150 ilçede hiç doktor yoktu. Doktor başına on binlerce hasta düşüyordu. 40 bin köye karşılık sağlık memuru sayısı 434, diplomalı ebe sayısı ise 136'ydı. Çok az şehirde eczane vardı. Toplam eczacı sayısı, çoğu yabancı, 60 kadardı.
İnsanımız salgın hastalıkların pençesindeydi; 13 milyon insandan 3 milyonu trahomluydu. Nüfusun yüzde 14'ü sıtmalı, yüzde 9'u frengiliydi. Yüzde 72'si ise tifüse yakalanabilecek durumdaydı. Bebek ölüm oranı yüzde 60'tan fazlaydı.
Telefon, motor, makine, otomobil yok denecek kadar azdı. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir gibi bazı büyük kentlerde vardı. Avrupa'da gelişen teknoloji bize çok uzaktı.
EKONOMİ ÇÖKMÜŞTÜ
Kapitülasyonlar ve Duyunu Umumiye ile iliklerimize kadar sömürülüyorduk. Üretim çok azdı, neredeyse bütün sanayi ürünleri dışarıdan alınıyordu. Şeker, un ve hatta kiremit bile ithal ediliyordu. Ülkede toplam 281 sanayi kuruluşu vardı. Bunların sadece yüzde 9'u devletindi. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece yüzde 15'i Türklerindi, yüzde 85'i yabancıların ve azınlıklarındı.1915 sayımına göre 165-170 arasında iş yeri bulunan İstanbul'da aynı dönemde tam 359 genelev vardı. (Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet ve Manzarai Umumiye, İstanbul, 1971, s. 151)
I. Dünya Savaşı'nın yarattığı sefalet toplumu kemirmiş; içki, kumar, beyaz kadın ticareti giderek artmış, fuhuş yayılmıştı. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e kalan 4 önemli fabrika vardı. Bunlar Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikalarıydı.Madenler de yabancıların elindeydi.
EĞİTİM YETERSİZDİ
Okuma yaşındaki çocukların sadece dörtte biri okula gidebiliyordu. 40 bin köye sahip Türkiye'de toplam 4 bin 894 ilkokul vardı. Bu ilkokullarda 341 bin 941 ilkokul öğrencisi okuyordu. Tüm ülkede sadece 72 ortaokul ve bu ortaokullarda 5 bin 905 öğrenci okuyordu. Tüm ülkede sadece 23 lise vardı. Bu liselerde ise sadece bin 241 öğrenci okuyordu. Ayrıca ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemişti.
Yıl: 1902… İşte İstanbul çocuklarının hali.
Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumdaydı. 1923 itibariyle ülkede 479 medrese vardı. Bu medreselere 18 bin öğrenci kayıtlıydı. Bu 18 bin öğrencinin 6 bin kadarı medreseye devam ediyordu, 12 bin kadarı ise sadece kayıt yaptırmış, ama devam etmiyordu.
Türkiye'de yüksek lise görünümünde bir üniversite (Darülfünun) vardı. Fotoğraf çektirmeyi, dans etmeyi suç ve günah olarak gören bir üniversite… Harf Devrimi olduğunda bazı hocalarının “Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarım!” dediği bir üniversite… Ülkede Darülfünun dâhil 9 yüksekokul vardı. Bunların toplam öğrenci sayısı 3 bin kadardı.
OKUR-YAZAR ÇOK AZDI
Halk kitap okumuyordu. 15. yüzyılda Avrupa'da bin 700 matbaada 15-20 milyon kitap basılmıştı. Osmanlı'da ise 15. yüzyılda Müslümanların matbaası bile yoktu. Osmanlı'da ancak 18. yüzyılda 1755-1769 arasında –toplamı 23 cilt tutan- sadece 17 kitap basılmıştı. Baskı adedi 13 bin 200 kadardı. Niyazi Berkes'in verdiği bilgiye göre 1860'larda “Osmanlıca olarak basılmış kitaplar bir duvarlık kitap rafını dolduramayacak kadar azdı.” (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, 16. bas., İstanbul, 2011, s. 37,62, 265).
Son dönemlerdeki savaşlar zaten az olan okur-yazar oranını iyice azaltmıştı: Erkeklerin yüzde 7'si, kadınların binde 4'ü; toplam nüfusun ancak yüzde 3'ü, 4'ü okuma-yazma biliyordu. Okuma yazma bilenlerin önemli bir kısmı da ancak a'yı b'ye çalacak kadar okuyabiliyordu. Ayrıca Arap harfleriyle Osmanlıca yazmak da ayrı bir sorundu; dahası çat pat okuma bilenlerin önemli bir kısmı yazamıyordu. Anlayacağınız, Atatürk, Harf Devrimi'ni yapmadan önce de toplumun yüzde 90'ından fazlası dedesinin mezar taşını okuyamıyordu!
TÜRKÇE İHMAL EDİLMİŞTİ
Tarikatlar ve cemaatler hayata yön veriyordu. Hukuk, yargı, anayasa, takvim, saat, ölçüler, hatta kılık kıyafet çağa uymuyordu.
Kadının adı yoktu. Kadın her bakımdan ikinci sınıftı. Okuyan ve çalışan kadın sayısı çok azdı.
Anadolu unutulmuştu. Türkler yönetimden dışlanmış, yönetim dönme devşirmelere ve saray elitine bırakılmıştı. Öyle ki Osmanlı'nın toplam 288 sadrazamının 210'dan fazlası yabancı kökenliydi. (Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, İstanbul, 2007, s. 190.) Yerli halk köylü, çiftçi, asker olmaya zorlanmıştı. Barış zamanlarında vergi yükü altında ezilen halk, savaş zamanlarında cepheden cepheye sürülmüştü.
Yüzyıllardır Türkler gibi Türkçe de ihmal edilmişti. Türkçe, Türkçeye hiç uymayan Arap harfleriyle yazılmaya zorlanmış ve Arapça, Farsça, Türkçeden oluşan Osmanlıcanın içinde eriyip yok olmuş gibiydi. Saray elitlerinin, dönme devşirme bürokratların, din adamlarının, aydınların dili başka, halkın dili başkaydı. Devlet ile halk birbirinden uzaklaşmıştı.
1300 yıl önce Emevi halifesinin diktiği “saltanat putu”, Tanzimat'tan beri devam eden bütün siyasal yeniliklere rağmen hala dimdik ayaktaydı. Yüzyıllardır padişah/halife kendini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak görüp halkı istediği gibi sömürmüştü.
İLİM VE İKTİSAT ZAFERLERİ
Atatürk, “İlerleme ve medeniyet yolunda tereddütsüz yürümek için”, askeri zaferleri destekleyen “ilim ve iktisat zaferlerinin” kazanılması gerektiğini düşünüyordu.
Kurtuluş Savaşı'nın kazanılıp düşmanın denize dökülmesinin üzerinden daha altı ay kadar zaman geçmişti. Henüz Lozan Antlaşması imzalanmamış, Cumhuriyet ilan edilmemişti. İstanbul ve Boğazlarda İngiliz işgal kuvvetleri vardı. İşte o koşullarda Atatürk, 1 Mart 1923'te Meclis'te yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim öğretim için vatanın önemli merkezlerinde çağdaş kütüphaneler, botanik ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurmak gerekli olduğu gibi, özellikle şimdiki mülkiye merkezleriyle bütün yurdun matbaalarla donatılması gerekmektedir…”
Atatürk'ün hayalindeki Türkiye her bakımdan uygar bir ülkeydi. Türkiye bir gün mutlaka bu hayale ulaşacaktır.
İŞTE CUMHURİYET MUCİZESİ
Peki, Atatürk Cumhuriyeti ne yaptı?
Daha Kurtuluş Savaşı devam ederken “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek “saltanat putu”nu yıktı. Tekkeler, zaviyeler, medreseler, eski saat, ölçü, tartı, takvim, hukuk gibi çağa ve hayata uymayan kurumları kaldırdı. Akla ve bilime önem verdi. Din ve dünya işlerini ayırdı. Yeni harfleri kabul ederek okuma yazmayı kolaylaştırdı. Millet Mektepleri, Halkevleri, Halkodaları, Köy Eğitmen Okulları, daha sonra Köy Enstitüleri ile eğitim-öğretim seferberliği başlattı. Çağdaş okullar açtı. Üniversite reformu yaptı. Okuyan öğrenci sayısını yüzde 500'den fazla arttırdı. Ekonomiyi millileştirdi. Osmanlı borçlarını ödedi. Ülkenin dört bir yanında 50'ye yakın fabrika kurdu. Bu fabrikalardan biri uçak fabrikasıydı. (Kayseri TOMTAŞ Uçak Fabrikası).
Madenleri çıkarıp işledi. Bankalar kurdu. Ülkeyi demirağlarla ördü: 15 yılda -büyük bir bölümü Ankara'nın doğusuna olmak üzere- 4000 km'ye yakın demiryolu yaptı. Köylüye toprak, tohum ve tarım araç gereçleri dağıttı. Köylüyü ezen vergileri kaldırdı. Çiftçiye düşük faizli kredi verdi. Ankara Ziraat Enstitüsü'nü ve Tohum İyileştirme İstasyonlarını kurdu. Tarımsal üretimi arttırdı. 1938'de bazı tarım ürünlerini ihraç etmeye başladı. Karma ekonomi ve planlı kalkınma ile ortalama yüzde 8'lik büyüme yakaladı. Hastalıklarla mücadele etti. Doktor sayısını 10 yılda 344'ten 1625'e çıkardı. Anadolu'da numune hastaneleri, dispanserler, doğum evleri, süt damlaları, ana kucakları kurarak hastalıkların kökünü kazıdı. Ankara'da kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitü'sünde aşı ve serum üretti. Kadınlara sosyal ve siyasal haklar tanıdı. Müzeler, kütüphaneler açtı. Kültüre, sanata ve sanatçıya önem verdi. Türkçeyi yok olmaktan kurtardı. Dil ve tarih çalışmalarıyla ulusal bilinci güçlendirdi. Bağımsızlığa saygıyı esas alan barışçı bir dış politika izledi.
TÜM DÜNYA ÖRNEK ALMALI
İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee, Atatürk'ün “Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimi etkilerinin hepsini bir insan hayatı içine sığdırdığını” belirterek “Onu tüm dünya örnek almalıdır” demişti.
Cumhuriyet; emperyalizm, saray/sultan, geri kalmışlık, bağnazlık, cehalet prangalarını kırıp halkı özgürleştirdi. Yüzyıllardır merkezden çevreye itilen, dışlanan bu toprağın insanını devletin asıl sahibi yaptı.
ss4
29 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nin bayram manşeti…
Demem o ki, geçtiğimiz günlerde AKP Erzurum Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu'nun “Yüz yıllık pranga” dediği Cumhuriyet, aslında yüzlerce yıllık prangaları kırıp, yoktan bir ülke kurmuştu.
Sinan MEYDAN, 6 Şubat 2017
https://twitter.com/smeydan